Sabaha çok yaklaştı gece. Dışarıda karıncalara ölüm yağıyor ve ben elimde sıcak çikolata bardağımla dışarıda yağan lapa lapa karı seyrediyorum buğulu camımdan. Bugün günlerden ne, diye sordum zihnime ama bir cevap yok. Yarın birçok çocuk ölümü ve yok oluşu çağıran adamlar yapacaklar. Soğuktan kızarmış elleriyle havuçtan burun yapıp, atkı dolayacaklar belki…
İyi bir heykeltıraş olmadığımı biliyorum. Kardan adam yapmayı öğrenemedim. Eğer biliyor olsaydım; etten kemikten 79 kiloluk bu hamurdan bir insan çıkartabilirdim. Oysa ben ne kadar beceriksiz ve alakasızsam; arkadaşlarım o kadar içli dışlıydı heykellerle, kardan adamlarla ve insanlarla. Şaşırırdım bu ironiye. Kalbinin atmayacağını bildiği bir nesneye bu kadar bağlanmamaları gerektiğini öğrettim onlara. Yaptığım ise onların yaptıkları kardan adamları öldürmekti. Çok ilginç idam yöntemleri kullandım bu ilahi mucize için. Hatta özünde su olan adamları bir benzin bidonuyla yaktım. Haklı olduğumu biliyordum. Zaten birinin o salaklara gerçeği yüzlerine vurması gerekliydi. Ben biliyordum gerçeğin bir tokadın iç tarafında, avuç içinde olduğunu. Her gerçek yüzüme yapışıp kaldığında anladım…
Tüm bunları düşünürken en son ne zaman rahat uyuduğumu hatırlamaya çalıştım. Kazma kürek yardımıyla hafızamda define arıyor gibiydim. 1 gün önce? Hayır! 1 ay? Hayır! Kaç yıl önce, nerede? Hatırlamıyorum hiç birini ve hatırlamak istemiyorum. Eğer yolu olsaydı zihnime format atardım. Bu yüzden aileme üzülüyorum bazen ve icat ettiği kanunlar yüzünden Murphy’e bir küfür daha ediyorum. 100 milyonda 1 görülen hastalık gibiyim. Ne demişti o çokbilmiş? Bir şeyin olumsuz olma ihtimali varsa, olumsuz olur. Olmuştu işte! Ben olmuştum, dahası mı var? Dünyanın kendisini en az önemseyen canlısı, yani ben! Dünyaya getirdikleri canavar yüzünden ve korunmayı düşünmedikleri için ebeveynlerimin derisini yüzmek isterdim! Belki de bu yüzden uzaklaşmayı tercih ettim. Gitmek bir stil işidir. Vedalaşmalara harcayacak zaman yoktur. Aslında bekleyenin olmadığından acele etmek de saçma olsa da; bağımlılıklarının yoksunlukları tırnaklarını beynine takıp gitmeni engellemeden hoşça kal demelisin. Ben kimseyle vedalaşmadım. Kendimi bir yere ait hissetmedim. Kaldığım bir yer olmadığına göre gideceğim bir yer de yoktu. Dünya benimdi. Gökyüzünü üstüme çektim…
İnsanlar değerli sanırlar kendilerini ama yanlış! Son sürat giderken arabayla; yanından süzülen aydınlatma direklerinin ışıkları ne kadar tanıdıksa ve hatırlanabilirse, insanlar da en çok o kadar değerli! Matematikte işe yarayan değer vermenin irrasyonelliği ve reel hayatla tutarsızlığını fark etmem; adına rahim denen ve hepimizin kaçtığı zindandan çıkışımın 6. yıldönümüne den geldi. Hiçbir şeye değer vermemem gerektiğini öğrendim. Yiyip içmeye, alkole, uyuşturucuya ve kadınlara! Hiçbirine! Gidişimi yavaşlatmaması için uzaklaştım her şeyden. Ama kadınları sevdim. Tenlerini, kokularını… Sevişirken çıkardıkları seslerden bir orkestra kurup şehir şehir gezebilirim. Sabah beni giyinirken gördüklerinde yaşadıkları hayal kırıklığını ve belime takarken yerini ezberlediğim palaskamı saatte bilmem kaç kilometre hızla vurduğumda yaşadıkları acıyı, yalvarmalarını! Ben kadınların karşımda ki o aciz hallerini sevdim. Akıttıkları gözyaşlarını bir dikişte içebilirim…
Uzun zaman önce bıraktım sevişmeyi. Artık hiçbir kadını yatağa bağlayıp saatlerce döverek düzmek gelmiyor içimden. Ama eski ben olsa Cengiz Han’dan fazla cariyesi olan bir hükümdar gibi olurdum. Biliyorum seksin de endorfin salgılattığını ve endorfinin kendi vücudumda üretebileceğim en zahmetsiz uyuşturucu olduğunu. O yüzden dünyanın yörüngesine sahip her dişi insana uzağım. Varsın hayat iki bacağınızın arasından akıp gitsin; ben o hayatı düzdüm de geçtim…
Ne kadar süredir devam ettiğini bilmediğim uykusuzluk ile bir geceyi daha devirdim. O benim tek sermayem. Ben yakıştırmıştım kendime uykusuzluğu! Gözlerim açık karşıladığım her sabah haneme bir gol daha yazdım. 80 yaşına gelmiş birinin, 40 yıl uyuduğunu düşündüm. Yaşayacağı 40 seneyi, hayallerini… Gözümün içinde projeksiyon ışıkları yandı ve 80 yıllık bir hayat yaşadım, 40 yıl uyudum. Tanrı tarafından kazıklandığımı hissettim. Uyuduğum her saatin beni ölüme yaklaştırdığını fark ettim. Uyumayı azalttım ve bıraktım. Artık daha geç yaşlanabilirdim. Daha geç ölebilirdim. Şimdi biliyorum her saatimin bir haykırış olduğunu. Gözlerimi kırpmadan izlediğim her güneş doğuşunda zihnimi ve tanrıyı oyuna getirdiğimi düşünüyorum. Zaten yüzü olmadığı için güneşe sorduruyor hayat trenimin hızını. Ama ben 40 yıl rötar yapmaya karar verdim…
Bulutların arasından kırılıp yüzüme saplanan gün ışıkları hayatı dikkate alan herkes için uyanma vakti olduğunu haykırmaya başladığında; ben hala kalemim ile kâğıtları seviştiriyordum. Yazmaktan elimde iz bırakan kalem sanki orgazm olup kâğıdı döllüyordu. Sadece belki bir iki saat uyutur diye yazı yazdığım bu kâğıdın önüme gelene kadar başından geçenleri düşündüm. Kâğıdımın ağaçlığına gittim. Fidanlığına inip fotosentezine kadar canlandırdım kanlı gözlerimde. Tıpkı sabah yediğim ekmeğe gecenin bir yarısı uykusunu bölüp hamur karan, kürek çeken ve terini damlatan fırıncıyı düşündüğüm gibi. Başımın iki yanından vuran ağrı ve içinde ki zonklama sistemi, artık ‘error’ verdiğimi söylediğinde kalemi yerine bırakıp yatağa doğru gidiyordum. Çocukların seslerinden yapmaya başladıklarını anladığım kardan adamı etrafına odun toplayıp ateşlediğimde ki erime sesini hayal ederek gözlerimi kapatmaya çalıştım. Uyuyamayacağımı biliyordum ama birkaç çocuğun rüyasına girip öcülük yapabilirdim ve çocukların, hatta tanrıların bile uyuduğunu düşünüp, tebessüm ederek 40 yıllık sermayemden çalmaya başlamıştım…
Artık uyuyordum. Ne dünya ne de diğerleri. Sadece sonsuz karanlık. Tıpkı ölüm gibi…
http://www.depresifkalem.com/karalamalar/afil/
Saygılarımla